Sitemizde aramak istediğiniz konuyu

Kastamonu ve Atatürk


Kastamonu, Şapka ve Mustafa kemal Atatürk ... Yıllardır özdeşleşmiş bir üçlü.. 
Atatürk Kıyafet ve Şapka İnkılabını Kastamonu’da yapmıştır: 
Cumhuriyetin ilanından sonra, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk "23 Ağustos 1925" tarihinde Kastamonu'ya geldi.
Bu gelişi Cumhuriyet döneminin önemli olayı olarak tarih sayfalarına geçmiştir.
Hoşgörü ve öngörünün sahibi olan Kastamonu halkı bu gelişi asla unutmamıştır.
Kastamonu ve Atatürk
Kastamonu, Millî Mücadele Dönemi’nde işgale uğramamış olmasına rağmen Batı Cephesi’nde ihtiyaç duyulan lojistiğin sağlanması, sivil ve askerî personel nakli bakımından Ankara Hükûmeti’nin dünyaya açılan kapısı konumunda olmuştur. İstiklal Savaşı’nda yararlılıklar gösteren Kastamonululara Atatürk birkaç defa Kastamonu’ya gelme niyetini ifade etmiştir. Kastamonu gezisi öncesinde Atatürk’ü Kastamonu’ya davet etmek üzere heyetler teşkil olunmuştur. İlk heyette Müftü Osman Nuri, Belediye Başkanı Necip, Şemsizâde Ziya, Evliyaoğlu Abdullah, Dr. Fazıl Berki (Tümtürk) hazır bulunmuştur. Yalnız bu heyet Atatürk’ün rahatsızlığı sebebi ile onunla görüşme imkânı bulamamıştır. İkinci davet heyeti ise 8 Ağustos 1925 tarihinde Ankara’ya hareket etmiş, 11 Ağustos’ta Atatürk’le görüşmüştür. Atatürk’ün yapılan daveti kabul edip, en kısa zamanda Kastamonu’ya geleceği sözünü alan bu heyette Cumhuriyet Halk Fırkası Mutemedi Hüseyin Hüsnü (Berker), Belediye Azası Akdoğanlızade Mehmet Ali, İl Daimî Encümen Üyesi Hüseyin Sabri, Ticaret Odası Başkanı Hacı Mehmet Rıza (Saltık), Cumhuriyet Halk Partisi ve Türk Ocağı İdare Heyeti Üyesi Sivas Kongresi Delegesi Tatlızade Nuri Bey’in oğlu Emin (Tatlı), Açıksöz gazetesi müdürü Hüsnü (Açıksöz), Muallimler Birliğinden Hacer (Kafadar) ve Hikmet Melike (Bakan) vardı. Heyete Hüsnü Berker başkanlık yapmıştır.
Atatürk, 1924 yılı eylül ayı içinde deniz yoluyla İstanbul’dan başlayarak Karadeniz gezisine çıkmıştı. Bu seyahat dolayısıyla Kastamonu Belediyesi, Cumhuriyet Halk Fırkası ve Kastamonu Türk Ocağından telgraflar gönderilmiş ve Gazi Paşa Kastamonu’ya davet edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, bu gezi sırasında Kastamonu’ya gelmek istemiş, programa da dahil edilmiş, fakat 13 Eylül 1924 tarihinde Erzurum’da yaşanan deprem sonrası program iptal edilerek deprem bölgesine, Erzurum’a gitmiştir. 18 Eylül 1924 tarihinde Rize’den gönderilen telgrafında Atatürk; “… İnebolu ve Kastamonu’ya şedîd arzuma rağmen bu defa ziyaret edemeyeceğime pek müteessirim, ilk fırsatta geleceğimi vaad ederim efendim” diyerek gelme isteğini belirtmiştir.
Atatürk’ün Çankırı ve Kastamonu gezisi 23 Ağustos 1925 ile 1 Eylül 1925 tarihleri arasını kapsamaktadır. Bu seyahatin Türkiye Cumhuriyeti tarihi açısından önemi Şapka ve Kıyafet İnkılâbı’na ilişkin ilk konuşmaların bu seyahat sırasında Kastamonu’da yapılmış olmasıdır. Giyim-kuşam alanında yapılan inkılâplarla ilgili olarak olumlu bir hava yaratmak, önceden halka tanıtıp mal etmek düşüncesi ile gerçekleştirilen Kastamonu seyahati olumlu sonuçlar vermiştir. Nitekim Şapka İktizası hakkında 671 sayılı kanunun çıkarılmasına kadar (25 Kasım 1925) üç aya yakın bir süre geçmiştir. Bu süre boyunca, büyük şehirlerdeki memurlardan başlayarak okur-yazar kesim arasında şapka yaygınlaşmıştır.
Atatürk’ün şapka inkılabını gerçekleştirmek için Kastamonu’yu seçme nedeni üzerinde olumlu ve olumsuz faklı görüşler olmasına karşın, bu konuda yaptığı konuşmalardan müspet düşüncesi açıkça anlaşılmaktadır. Atatürk’e göre, Ankara’da Kastamonu’yu temsil edenlerden birkaçı, burasının fazla mutaassıp bir çevre olduğunu söylemişler ve bu kampanya için Kastamonu’dan başlamanın ihtiyatlı bir hareket olmayacağını kendisine belirtmişlerdi. Bu görüş okuyucuyu dışarıdan Kastamonu’nun mutaassıp görünmesinden dolayı, sırf bu yönüyle burasının seçildiği gibi bir yanılgı içine düşürebilir ki bunun tamamen mesnetsiz ve tutarsız olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim Atatürk bu düşünceye karşı Daday’da yaptığı konuşmada; “Arkadaşlar! sizi bize böyle tanıtan sizi temsil edenlerden bazılarıdır. O kadar ki, hakiki hayatınıza biganedirler. Burada gördüklerimi Ankara’da arkadaşlarıma anlatacağım ve sizin aleyhinizde söylenecek sözlere karşı ve haklarınızı ben bizzat müdafaa edeceğim.” demiştir.
Kastamonu’nun seçilme nedenlerini farklı bir yaklaşımla ele almak gerekmektedir. Kastamonu halkı Millî Mücadele günlerinin daha başlangıcından itibaren bu harekete bağlılık yemini etmişler, İnebolu-Çankırı-Ankara şosesi yoluyla cepheye gönderilen cephane ve yardımların sağlanmasında büyük hizmetlerde bulunmuşlar ve özellikle Sakarya Savaşı sırasında büyük fedakârlıklar göstermişlerdir. İkinci bir husus, yeni kurulan rejime karşı bazı bölgelerde görüldüğü gibi aleyhte bir faaliyet de Kastamonu’da olmamıştır. Özellikle Açıksöz gazetesi örneğinde görüldüğü üzere, Kastamonu basınının Millî Mücadele’ye verdiği destek, işgallere ve manda zihniyetine karşı tepkiler elbette Atatürk’ün bildiği ve takdir ettiği millî tavırlar olmuştur. Bu yıllarda Hüsnü Açıksöz “Mandadan Evvel İstiklâl” başlığıyla Açıksöz’de bir makale yazarken aynı tarihlerde Kastamonu’ya gelen Mehmet Akif Ersoy da vaazlarında “önce hürriyet, sonra ibadet” diyordu. Anadolu’nun pek çok yerinde irili ufaklı iç ayaklanmalar olduğu halde Kastamonu ve çevresinde böyle bir hareket görülmemiştir. Asayişsizlik sebebiyle bazı yörelerde asker toplanamadığı için gerek isyanların bastırılmasında ve gerekse Batı Cephesi’nde gerekli asker, subay ve askerî malzemenin sağlanmasında Kastamonu ve çevresinin büyük hizmeti dokunmuştur. Bir diğer husus da İstiklâl Savaşı başlangıcında Millî Mücadele hareketini baltalamak için Atatürk ve arkadaşlarının asi olduklarına dair Şeyhülislam Dürrîzâde’nin fetvasına karşı, Anadolu müftü ve din adamları da bunun tam karşıtı bir fetva yayınlamış olmalarıdır. Bu fetvada Kastamonu ve kazalarından müftülerin imzaları da vardır. Dolayısıyla bu konuda da destek sağlayan Kastamonululara, Atatürk’ün herhangi bir önyargısının olduğunu söylemek mümkün değildir.
Kastamonu seyahatine karar veren Atatürk, gezi programını planlamış ve Çankırı ve Kastamonu Valiliklerine gerekli talimatlar verilmiştir. Bu seyahat sırasında Atatürk’e Rize Mebusu Fuad Bey, Kütahya Mebusu Nuri Bey, Başkatibi Tevfik Bey, Başyaveri Rüsuhi ve Yaveri Mazhar Bey, Muhafız Kıta Komutanı İsmail Hakkı Bey, özel kaleminden Lütfü Bey refakat etmiştir. Gezi programı şu şekildedir:
Atatürk, 22 Ağustos 1925 akşamı saat 18.00’de Başvekil İsmet Paşa’yı ziyaret etmiş ve yarım saat kadar görüşme devam etmiştir. Daha sonra dönemin Genelkurmay Başkanı olan Fevzi Paşa’yı ziyaret etmiş ve Çankaya’ya dönmüştür. 23 Ağustos 1925 Pazar günü Atatürk Çankaya Köşkü’nden sabah erken saatte, 06.00’da ayrılmış ve herhangi bir uğurlama merasimi yapılmasını istememiştir. Sadece Çankırıkapı’dan geçerken bir kıta piyade ve jandarma müfrezesi tarafından selâmlanmıştır. Ankara Valisi Mehmet Atıf (Tüzün) Bey Ravlı’ya kadar refakat etmiş, daha sonra Kalecik heyeti karşılamıştır. Atatürk Kalecik üzerinden saat 12.00’de Çankırı’ya gelmiş, öğleden sonra İnköy’de Ilgazlılar tarafından karşılanmıştır. Mustafa Kemal, Kastamonu il sınırı olan Ilgaz Derbent Mevkiinde görkemli bir surette karşılanarak akşamüzeri saat yedide Kastamonu’ya gelmiş, Olukbaşı’nda Terzi Emin Ağa’nın konağında ağırlanmıştır.
24 Ağustos 1925 Pazartesi günü saat 15.00’te Askerî Kışla, Devlet Hastanesi, Memleket Kütüphanesi ziyareti yapılmıştır. Günümüzde Yazma Eser Kütüphanesi olan ve 1925 yılı başında hizmete giren kütüphanede boş rafların da olduğunu gören Atatürk kitap alınmak üzere 500 lira bağışta bulunmuştur. Daha sonra Kastamonu Belediye Binası ve Hükûmet Konağı ziyaretleri yapılmıştır.
24 Ağustos 1925 sabahı Mustafa Kemal Paşa, mareşal üniformasını giymiş, göğsüne İstiklal Madalyası’nı takmış ve evvela Askerî Kışla’ya giderek buradaki birliği denetlemiştir. Bu sırada koğuşlardan birinde: “Bir Türk on düşmana bedeldir” yazılı bir levha görmüş, subaylardan birine, yazıyı göstererek: Öyle mi? diye sormuş, “Evet Paşam” cevabı üzerine Mustafa Kemal: “Hayır, bence öyle değildir. Bir Türk Dünya’ya bedeldir” diyerek karşılık vermiştir.
25 Ağustos 1925 Salı günü saat 11.00’de Kastamonu’dan İnebolu’ya hareket edilmiştir. Heyet, öğleden sonra Ecevit’te üç saat dinlendikten sonra akşamüzeri saat yedide İnebolu ilçesine gelmiştir. Ecevit’te çam kokuları arasında güneşli bir havada yemek yenilmiş, burada Atatürk yanında bulunanlara “Ne iyi ettik de bu seyahate çıktık” diyerek memnuniyetini paylaşmıştır. Atatürk’ün İnebolu’ya gelmesini Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri olan Tevfik (Bıyıkoğlu) Başbakan İsmet Paşa’ya telgrafla “Ankara’da Başvekil İsmet Paşa Hazretlerine, Reis-i Cumhur Hazretlerinin bu akşam İnebolu’da bulundukları ma’ruzdur.” şeklinde bildirmiştir.
26 Ağustos 1925 Çarşamba günü İnebolu Belediye Binası, Hükûmet Binası ziyareti ve çarşı içerisinde halkla temas eden bir gezinti yapılmıştır. 27 Ağustos 1925 Perşembe günü Atatürk İnebolu Türk Ocağında tarihî medeniyet, şapka ve kıyafet konulu konuşmasını yapmış, daha sonra kayıkla gezi turu yapılmıştır. Atatürk, 28 Ağustos 1925 Cuma günü saat 10.00’da İnebolu’dan Kastamonu’ya hareket etmiş, Küre’de, Devrekâni’de bulunmuş, saat 18.30’da Kastamonu’ya gelmiştir. 29 Ağustos 1925 Cumartesi günü Kastamonu’dan Taşköprü’ye gitmiş, saat 14.30’da Taşköprü’ye ulaşmış, burada Hükûmet Konağı ve Askerlik Şubesi ziyaretleri ardından saat 19.00’da Kastamonu’ya dönmüştür.
Gazi, 30 Ağustos 1925 Pazar günü saat 12.00’de Kastamonu Kışlası’nda onuruna verilen yemeğe katılmış, saat 14.00’te Daday’a hareket etmiş, Belediye Binası ziyareti sonunda saat 17.00’de Kastamonu’ya dönmüştür. Dönüşte günümüzde Arkeoloji Müzesi olan Cumhuriyet Halk Fırkası binasında tarihî Kastamonu konuşmasını yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa Daday dönüşü Kastamonu Türk Ocağını da ziyaret etmiş, burada Ocaklılarla sohbet etmiş ve kahve ikramında bulunulmuştur. Bu ziyaret sırasında Ocak azalarına “Bütün Ocaklı kardaşları bir arada görmek fırsatını bana bahşettiğinizden naşi sizlere teşekkür ederim. Ocaklılar halkın pîşvâsı (önderi) olacaktır” şeklinde dernekten beklentisini ifade etmiştir.
Atatürk, 31 Ağustos 1925 Pazartesi günü Kastamonululara veda etmiş, Çankırı’ya hareket etmiştir. Sabah, Ilgaz-Derbent’de Çankırılılar tarafından karşılanmış, saat 15.30’da İnköy’den geçmiş, saat 18.30’da Çankırı Hükûmet Konağı ziyareti sonunda geceyi Çankırı’da geçirmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, 1 Eylül 1925 Salı günü saat 09.30’da Çankırı’dan uğurlanmış, Ravlı’da (Akyurt) Ankara heyeti tarafından karşılanmış, saat 16.00’da Ulus Meydanı’nda karşılama töreni yapılmıştır. Bu tören sırasında daha önceden resmî yazışmalarda belirtildiği üzere Bakanlar Kurulu, hükûmet erkânı, Belediye çalışanları, öğretmenler ve mümkün olduğu kadar çok sayıda halkın şapka ile Cumhurbaşkanını karşılaması istenmiş, böylece serpuş meselesinin seri bir suretle halline faydası olacağı belirtilmiştir.
Kastamonu gezi programının başlangıcından itibaren Atatürk’ün İnebolu, Daday, Taşköprü ve Kastamonu’daki tarihî konuşmalarına bakıldığında temelde, Cumhuriyet’e giden yolda Türk milletinin vermiş olduğu başarılı mücadele, medeniyet ve medeni olmanın gerekliliği, yapılan inkılap hareketleri, gerekçeleri ve kıyafet inkılabının zarureti teması üzerine yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Gezi programı sırasında Atatürk, 24 Ağustos 1925’te Kastamonu Belediye Dairesi önünde yaptığı konuşmada “Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona bigâne olanları yakar ve mahveder…” şeklindeki sözleriyle medeni olmanın gerekliliğini, bunun için zihniyette bir değişimin olması gerektiğine işaret etmiştir.
Atatürk’ün seyahatinin gerekçesi olan şapka ve kıyafet inkılabı hakkında İnebolu’daki tarihî nutkunun daha ayrıntılı olduğu, İnebolu’dan başlamak üzere Kastamonu ve Ankara’ya doğru giderken düşüncelerini daha kapsamlı izah ederek inkılabı gerekçeleriyle tanıttığı bilinmektedir. Atatürk, İnebolu’da Türk Ocağında yaptığı 27 Ağustos 1925 tarihli konuşmasında düşüncelerini daha ayrıntılı olarak halkla paylaşmış, Türk halkının medeni olduğunu, fakat bunu zihniyetiyle de ispat etmek ve göstermek zorunda olduğundan bahisle kılık kıyafet hakkındaki toplanan kalabalığa “Bizim kıyafetimiz millî midir?”, “Bizim kıyafetimiz medeni ve beynelmilel midir?” şeklinde sorular yönelterek bu iki soru etrafında kıyafetin değişmesi gerektiğini vurgulamıştır. Bu iki soru karşısında “hayır, hayır” sedalarıyla cevap veren halka; “Size iştirak ediyorum. Tabirimi maruz görünüz. Altı kaval üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet ne millîdir ne de beynelmileldir. O halde kıyafetsiz bir millet olur mu arkadaşlar? Böyle tavsif olunmaya razı mısınız arkadaşlar? Çok kıymetli bir cevheri çamurla sıvayarak enzâr-ı âleme göstermekte manâ var mıdır? Ve bu çamurun içinde cevher gizlidir, fakat anlayamıyorsunuz demek musîb midir? Cevheri gösterebilmek için çamuru atmak elzemdir, tabiîdir. Cevherin muhafazası için bir muhafaza yapmak lâzımsa onu altından veya platinden yapmak icab etmez mi? Bu kadar açık hakikat karşısında tereddüt câiz midir? Bizi tereddüde sevk edenler varsa onların humk ve belâhatine hükmetmekte halâ mı tereddüt edeceğiz? Arkadaşlar! Turan kıyafetini araştırıp ihyâ eylemeye mahal yoktur. Medenî ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherli, milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu iktizâ edeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve bittabi bunların mütemmimi olmak üzere başta siperî şemsli serpuş, bunu açık söylemek isterim. Bu serpuşun ismine şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frank gibi...” sözleriyle düşüncelerini dile getirmiş, halkla paylaşmıştır.
Dönemin Cumhurbaşkanlığı Başkâtibi olan Tevfik Bıyıkoğlu İnebolu konuşması hakkında hükûmeti bilgilendirmek ve şapka ve kıyafet konusunda kamuoyunda oluşan beklentilere cevap vermek üzere Başbakan İsmet İnönü’ye İnebolu’dan 28 Ağustos 1925 tarihli cevabi bir yazı göndermiştir: “Ankara’da Başvekil İsmet Paşa Hazretlerine; Reis-i Cumhur Hazretlerinin Çankırı ve Kastamonu Vilâyetlerinde vuku bulmakta olan seyahatlerine ait ajans neşriyatında mütalaa buyurulmuş olacağı vechle bina haricinde açıkta Reis-i Cumhur Hazretleri ahâliyi başlarındaki şapkayı çıkarmakla selâmladıkları gibi halk da başında fes, kalpak, abâni veya beyaz sarıklı fes yerine ne varsa eline almak suretiyle ihtirâmı ifâ etmiştir ve etmektedir. Bunun gibi bina dahilinde resmî kabuller dahi kâmilen baş açık cereyan etmiştir. Malûm-ı devletleri olduğu vechle Reis-i Cumhur Hazretlerinden maâdâ refakatlerinde bulunan sivil zevat ve bu mıntıkada bulunabilen panama veya beyaz şapka iktisab etmişlerdir. Bugün Türk Ocağı’nda irâd buyurdukları nutukta kıyafet meselesine temas etmiştir ve haricen dahi medenî milletler efradına benzemek lüzumunu işaret buyurmuşlar ve Bizanslılardan aldığımız fesi ve papaz ve imam libası olan cübbeyi giymek hoş oluyor da şapka giymek neden caiz olmuyor buyurmuşlardır. Bu suretle serpuş hakkındaki fikr-i riyasetpenâhî açıktan açığa buyurulmuş olduğuna göre hükümetçe dahi serpuş meselesinin bu suretle halli lazım geldiğini ifade buyurmuştur. Reis-i Cumhur Hazretleri eylülün birinden evvel avdet buyuramayacaklarına göre o vakte kadar hiç olmazsa heyet-i vekîle ve erkân-ı hükümetin ve mümkün olduğu kadar çok avdette halkın ve memurâtın şapka ile Reis-i Cumhur Hazretlerini istikbâl etmeleri ve serpuş meselesini ser’i bir suretle halline medar olacağını düşünmekte olduklarını kemal-i hürmetle arz eylerim efendim”. Bu belgeden hareketle şapka ve kıyafet inkılabı konusunda gerekli çalışmaların başlatılması hususunda talimat verildiği anlaşılmaktadır.
Atatürk; 30 Ağustos 1925 tarihli Kastamonu konuşmasında da inkılaplardan bahisle inkılapların amacını şu şekilde belirtmektedir: “Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asrî ve bütün manâ ve eşkâliyle medenî bir heyet-i ictimaiyye haline îsâl etmektir. İnkılâbâtımızın umde-i aslîyesi budur. Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri târumar etmek zarurîdir. Şimdiye kadar milletin dimağını paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihniyetlerde mevcut hurâfeler kâmilen tard olunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek imkânsızdır...” Yine aynı konuşmasında “Efendiler ve ey millet. İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz” diyerek gerçek yolun medeniyet yolu olduğunu ifade ile kıyafet konusunda hassasiyetini belirten “Devlet memurları bütün milletin kıyafetlerini tashih edecektir. Fen, sıhhat nokta-i nazarından amelî olmak itibarıyla, her nokta-i nazardan tecrübe edilmiş medenî kıyafet iktiza edecektir. Bunda tereddüde mahal yoktur. Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamaya takat yoktur. Bir adam olduğumuzu, medenî insan olduğumuzu isbat ve izhâr için icap edeni yapmakta taannüt adamlıkla kabil-i telif değildir...” diyerek kararlılığını ifade etmiş ve bu konu üzerindeki fikirlerine uzun örnekler vererek Kastamonu nutkunu bitirmiştir. Tevfik Bey, dönemin Başbakan İsmet İnönü’ye 30 Ağustos 1925 tarihli cevabi bir yazıda seyahatten duyulan memnuniyeti “Kastamonu Vilâyeti dahilindeki kazalarda bile bütün memurlar pek ve az zamanda beyaz bezden şapka yapıp giymişlerdir...” cümlesiyle dile getirilmiştir.
Atatürk’ün, şapka inkılabı konusunda üç dört aylık bir süre içerisinde bir taraftan şapkayı halka tanıtması, Kastamonu ve İnebolu konuşmalarında kıyafet değişikliğinin gerekçelerini açıklaması inkılabın hazırlığı bakımından önemlidir. Bu değişim sürecini İsmail Habip Sevük, “Kavuk ümmetimiz, fes Osmanlılığımız, kalpak ihtilalimiz ve şapka ise inkılabımızdır” şeklinde ifade etmektedir.
Atatürk’ün Kastamonu seyahati “Gazi Günü” kutlamaları şeklinde daha sonra yerel millî bir gün olarak 1934 yılında kutlanmaya başlanmıştır. Kutlama etkinlikleri ilk olarak Kastamonu Halkevinin girişimiyle başlatılmıştır. Atatürk’ün sağlığında “Gazi Günü” olarak başlayan etkinlikler, 1936 ve 1943 yılında “Atatürk Günü” şeklinde isimlendirilmiş ve kutlanmıştır. Bu durum soyadı kanununun etkisi ile de izah edilebilir. Ancak daha sonraki yıllarda, örneğin 1937’de “Atatürk’ün Kastamonu’ya Teşrifinin Yıldönümü”, 1938’de “Atatürk’ün Kastamonu’ya Gelişi Günü” şeklinde ifade edilmiştir. İkinci Dünya Savaşı başında, 1939 ve 1940 yıllarında tören yapılmamıştır. 1941-1945 yılları arasında törenler Halkevi önünde başlatılmıştır. Yine bu yıllarda Atatürk’ün 1925 yılında geldiği zaman misafir olarak kaldığı Olukbaşı’nda bulunan Terzi Emin Ağa’nın konağı önünde toplanma geleneği başlatılmıştır. Bu yıllarda Terzi Emin Ağa’nın evi önünde toplanan sporcuların buradan koşuya başlayıp Halkevi önüne kadar hatıra bayrağı taşıdıkları bilinmektedir. Zaman zaman etkinliklerde inkılap yerine “Şapka Devrimi”, “Şapka Devrimi Törenleri” ifadeleri de kullanılmıştır. 1985’li yıllara kadar bu ifade törenlerde yapılan konuşmalar ve basın haberlerinde hâkim görünmektedir. 1970’li yıllardan itibaren programlar Kastamonu’ya girişte Pırlaklar Mevkii’nden itibaren Olukbaşı’nda başlatılmıştır. Oradan Etnografya Müzesi önünde bir tören ve Cumhuriyet Meydanı’nda tören yapılması şeklinde gelişme göstermiştir. Program, öğleden sonra da folklor gösterileri, sportif faaliyetler, gece de fener alayı düzenlenmesi şeklindedir. 1976-1979 yıllarındaki kutlama etkinliklerinin sönük geçtiği eleştirileri yapılmıştır. Bu durum, Türkiye’deki iç siyasi gelişmelerle izah edilebilir. Bu eleştirilerin ardından 1980 yılından itibaren daha düzenli ve kapsamlı bir program yapma geleneği oluşmuştur. Kutlamaların parlak ve kapsamlı veya sönük geçmesi Atatürk’ün vefatı, İkinci Dünya Savaşı dönemi, çok partili hayata geçişin iktidar muhalefet ilişkileri, Halkevlerinin kapatılması, 27 Mayıs ve 12 Eylül askerî darbesi gibi olay ve olguların etkisiyle açıklanabilir.
Atatürk’ün Kastamonu’ya gelişinin yerel millî bir gün olarak kutlanması zaman içinde tecrübeler ışığında ve kronoloji esas alınmak suretiyle tarihî arka plana uygun olarak tekâmül göstermiştir. Günümüzde Atatürk’ün ziyaret sırasında gittiği ilçeler de programlara dahil edilmek suretiyle Kastamonu resmî kurum ve kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve halkın katımlıyla bir yerel millî gün olarak kutlanmaktadır. Bu bağlamda Kastamonu’da kutlama geleneğinin oluştuğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e olan saygı ve sevginin kutlama programları yoluyla yaşatıldığı anlaşılmaktadır.
*****
Mustafa Kemal Atatürk’ün Kastamonu Nutku:
Cumhuriyet Halk Partisi binasında partililerle yapılmıştır.
                                                                                                      (30 Ağustos 1925)

"Efendiler!
Meşhudatımın en kıymetli kısmı bu güzel mıntıkanın samimi halkının çok münevver ve çok geniş ve yüksek bir zihniyet sahibi olmalarıdır. İtiraf etmeliyim ki bu seyahatimden evvelki malümatım, meşhudatımın hasıl ettiği kanaatlerden çok başka idi. Muhterem mebuslarınız Ali Rıza Bey, Mehmet Fuat Bey gibi zevat bulunmasaydılar, sizi mümkün olduğu kadar olduğunuzun aksine tanımak için çalışanlar ezhanı teşvişte kim bilir ne kadar ileri gitmeğe muvaffak olacaklardı. Asarı fi’liyesini memnuniyetle görmekte olduğum ali telakkiyatınız bittabi bir anda, bir günde tekevvün edemezdi. Böyle bir iddia serdetmek aynı cehalet olur. Şüphe yok, bu havalinin muhterem halkı esasen medeni tekamülün silsilei tabiyesi üzerinde ilerlemekte idi. Ve ilerlemektedir. Bu gün ben o tekamülün tabii tecelliyatının mesud bir şahidi bulunuyorum. Bu hakikatın aksini ifade ve izah ederek teceddüt hatvelerimizi felce uğratmaya yeltenen sebükmağza, hükümlerini verirken kendi yarım yamalak ilimlerine, çürük mantıklarına, nakafi akıllarına istinat etmiş olduklarına sanip oluyorum. Bu zavallı hodbinler böyle yapacaklarına halkın hissi selimine müracaat etselerdi, ondan feyiz ilham alsalardı, kendilerine bu gün şayanı hande hacil bir vaziyette bırakan bu kadar müstekreh hatalara düşmezlerdi. Fakat hissi selimin ; akıl, mantık ve marifetin fevkinden haizi ehemmiyet olduğunu takdir etmek yalancı alimlerin işine gelmez.
Arkadaşlar,
Milletimizin sağlam bir şuura malik olduğuna, kahramanı olduğu büyük ve fi’li asar ve hadisattan sonra kimsenin şüphe etmeğe hakkı kalmamıştır. Şuur daima ileri ve yeniliğe götürür. Ricat kabul etmez bir haslet olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti halkı ileriye ve teceddüde uzun hatvelerle yürümeye devam edcektir. Şuura illet tari olmadıkça geriye gitmek veya tevakkuf varidi hatır dahi olamaz. Asırlarden beri masruf menfi cehdü gayretler zaman zaman milleti uykuya daldırmış olmakla beraber milletin şuurunu felce uğratmağa asla muvaffak olamamıştır. Bu hakikat milletin bugün gösterdiği asarı şuur ile kendiliğinden sabittir. Eğer şuurda maluliyet olsaydı onu bugünkü ciadetinde ihya etmek desti kudretten bile muntazam değildir.
Efendiler,
Milletin temayülü hakikisi hilafında zehaplarda bulunanlara iltifat etmedik. Bununla bir hassa bugün çok müfterihim. Bundaki sırrı isabeti izah için derhal arzetmeliyim ki : bizim ilham menbaımız doğrudan doğruya bütün Türk Milletinin vicdanı olmuştur. Ve daima olacaktır. Bütün harareti, feyzi, kuvveti, vicdanı milliden aldıkça bu teşebbüsatımızda milletin hissi selimini rehber ittiaz ettikçe, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonrada milleti doğru hedeflere isal edeceğimize imanımız kavidir.
Hakiki inkilapçılar onlardır ki, terakki ve teceddüt inkilabına sevk etmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki temayülü hakikiye nüfuz etmesini bilirler. Bu münasebetle şunu da beyan edeyimki, Türk Milletinin son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve ictimai inkilapların sahibi hakikisi bizzat kendisidir. Sizisiniz. Milletimizde bu istida-ı tekamül mevcut olmasaydı, bunu yaratmağa hiçbir kuvvet ve kudret kifayet edemezdi. Herhangi bir vaz’ı tekamülde bulunan bir kitlei beşeri, bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan mertebei tekamüle isal etmek ademi imkanı tabiisi muhtacı izah değildir.
… Efendiler ! yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkilapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti Halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkali ile medeni bir heyeti ictimaiye haline irsal etmektir. İnkilaplarımızın umdei asliyesi budur… bu hakikatı kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar bu milletin dimağını paslandıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Herhalde zihinlerde mevcut hurafeler kamilen tardolunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek imkansızdır. Türbelerden, yalancı evliyalardan, ölülerden istimdat etmek medeni bir heyeti ictimaiye için şindir. … Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi hayatta mazharı saadet kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin bütün şümuliyle medeniyetin muvahcehci şulebasında filen ve falan şeyhin irşadiyle saadeti maddiye ve maneviye arayacak kadar iptidai insanların Türkiye camiai medeniyesinde mevcudiyetini asla kabul etmiyorum.
Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikatı medeniyedir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir. Rüesayı tarikat bu dediğim hakikatı bütün vüzuhiyle idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapayacak, müritlerinin artık vasılı rüşt olduklarını elbette kabul edeceklerdir. Arkadaşlar ; huzurunuzda muvacehei millete beyanı teşekkür ederken hissettiğim ve gördüğüm hususatı olduğu gibi söylemeyi tarih ve vicdan karşısında vazife bilirim.
Hükümeti Cumhuriyetimizin bir Diyanet İşleri Riyaseti Makamı vardır. Bu makam merbut müftü, hatip, imam gibi muvazzaf birçok memurlar bulunmaktadır. Bu vazifedar zevatın ilimleri, faziletleri derecesi malumdur. Ancak bu yolda vazifedar olmayan bir çok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafet iktisasında berdevamdırlar. Bu gibiler içinde çok cahil hatta ümmi olanlarına tesadüf ettim. Bilhassa bu gibi cühela, bazı yerlerde halkın mümessilleriymiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya temasa adeta bir mani teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum. Bu sıfat ve selahiyeti kimden, nereden almışlardır. Malum olduğuna göre milletin mümessilleri intihap ettikleri mebuslar ve onlardan teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi, Meclisin itimadına mahzar Hükümeti Cumhuriyettir. Bir de mahalli müntehap belediye reisler ve heyetleri vardır. Millete hatırlatmak isterim ki, bu laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir. Her halde sahibi salahiyet olmayan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat ile aynı kisveyi taşımalarındaki mahzuru hükümetin nazarı dikkatine vazedeceğim.
…İnebolu’da ve bazı yerlerde söyledim. Bugünün meselesi gibi mütalaa edileceğinden burada da bahsetmek istiyorum. Her milletin olduğu gibi bizimde bir milli kıyafetimiz varmış fakat gayri kabili inkardır ki taşıdığımız kıyafet o değildir. Hatta milli kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içimizde azdır bile. Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum. Başında fes, fesin üstünde yeşil bir sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir caket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan alelacaip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü? …Devlet memurları da, bütün millet de kıyafetlerini tashih edecektir. Fen, sıhhat noktainazarından ameli olmak itibariyle, her noktainazarından tecrübe edilmiş medeni kıyafet iktisa edecektir. Bunda tereddüte mahal yoktur. Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamağa takat yoktur. Adam olduğumuzu, medeni insan olduğumuzu isbat ve izhar için icap edeni yapmakta taannüt adamlıkla kabili telif değildir.
Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük vakalarla isbat etti ki, müceddit ve inkilapçı bir milletdir. Son senelerden mukaddem de milletimiz teceddüt yolları üzerinde yürümeğe, içtimai inkilaba teşebbüs etmemiş değildir. Fakat hakiki semereler görülemedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence işe esasından, temelinden başlanmamış olmasıdır. Bu hususda açık söyleyeyim. Bir heyeti içtimaiye, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, kitlenin bir parçasını terakki ettirelim. Diğerini müsamaha edelim de kitlenin heyeti umumiyesi mahzarı terakki olabilsin? Mümkün müdür ki, bir camianın yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin? Şüphe yok; terakki adımları, dediğim iki cins tarafından beraber arkadaşça atılmak ve iş terakki ve teceddütte birlikte Kat’i merahil edilmek lazımdır. Böyle olursa inkilap münteci muvaffakiyet olur. Memnuniyetle meşhudumuz olmaktadır ki, bugünkü nişvarımız hakiki icaba takarrup etmektedir. Her halde daha cesur olmak lüzumu aşikardır.
… Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir yemeni, peştamal veya buna mümasil bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya bir yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana ve medlülü nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, millet kızı bu garip şekle bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi lazımdır." 

Ardından memlekette bulunan derneklerin milleti aydınlatma ve doğru yolu göstermede ciddi şekilde ilgili olmalarını önerdi. Daha sonra milletle görüşmekten aldığı zevk ve kuvvetten ve hakkında gösterilen sevgi ve güveni güzel kullanmaya çok dikkat harcayacağından ve amacının milleti mutlu ve zengin ve medeni dünyada özellikleri takdir edilmiş olgun bir millet görmekten ibaret olduğunu açıklayarak çok sıcak ve heyecanlı nutkuna son verdi. Ve çok şiddetle alkışlandı.
Söylevin sonunda Öğretmen Sabri, yapılan devrimde Gazi’nin yürüdüğü yoldan yürüyeceğini bildirmesi üzerine Gazi Paşa ayağa kalkarak şu sözleri söyledi: Efendiler, gösterdiğiniz kıymetli uyanış ve ufuk açıklığından çok duyguluyum. Sesim uygun değil bu nutka da izin verirseniz bir beyitle cevap vereyim:

Ölmez bu vatan farzı muhal ölse de hatta
Çekmez kürenin cismi bu tabutu cesimi
(Ölmez bu vatan varsayalım ölse de bile
Çekmez dünyanın bedeni bu kocaman tabutu)

Kaynak: Hâkimiyet-i Milliye:01.09.1925